Öncelikle cumhuriyet dönemini anlamak için Osmanlı toprak sisteminin devinimi ve cumhuriyetin ne gibi bir durumu miras aldığıyla ilgili inceleme yapmamız gerekiyor. 15.yy.da Osmanlı’da toprak ekonomisi; tımar sistemi, sipahi yetiştirme etraflı ve merkeziyetçi bir sistem olarak karşımıza çıkıyor. Kurumlaşan Osmanlı bu sistemi birçok sistem ve kurum gibi Bizans’tan alıyor ve uyarlayarak hayata geçiriyor. 17.yy sonrası Avrupa’da, merkeziyetçi anlayışın zayıflamasına müteakip; tüccar, üreticiler ve toprak sahiplerinin etkisi artıyordu. Bunun sonucunda Avrupa’da bu sınıflar siyasal güç kazanarak devlet politikalarına müdahil olabilecek konuma gelmiş ve merkantilist politikalar uygulanmıştı. Osmanlı’ya bakıldığında ise bu sınıflar yeterince güç kazanamamış sadece bölge yönetiminde söz sahibi olabilmişti.
16.yy.da Osmanlı kent-kırsal dengesini tutturmuş, denetimi loncalar yardımıyla sağlamlaştırmıştı. Avrupa’da ise feodal beylerin gücü merkezi devletin gücüne nazaran yüksekti. Ayrıca feodal ve merkezi devletten ayrı olarak sermaye birikim süreci oluşabiliyordu. Dolayısıyla feodal Avrupa’da derebeylik ve devlet otoritesi dışında kalan ticaret özerk kalabiliyordu. Osmanlı’da ise devlet gücü, özel mülkiyeti sınırlayabilmekte ve kolayca denetleyebilmekteydi.
Coğrafi keşifler ve denizaşırı yayılım, matbaanın kullanımı, doğal oluşumun işleyişi ve birçok etken ile Avrupa rüzgarı arkasına almış bulunuyordu. Diğer tarafa bakıldığında Osmanlı’da derin bir bunalım ve olumsuz bir konjonktür vardı.
Avrupa feodalizmi atlatırken biz kendimizi ayanların derebeylerin çukuruna itiyorduk hazineye para akışı için iltizam uygulamış ve bunun kontrolsüz uygulanımında feodaliteye teslim olmuştuk. Kentte iaşe sağlanamıyor genel bir merkeziyetçilik kaybı hüküm sürüyordu.
Her nefes alışında Osmanlı daha da emperyalist devletler tarafından sıkıca dizginlenecekti. Baltalimanı Ticaret Antlaşması(1838) vb. birçok antlaşma ile milli burjuva yerine yabancı burjuvayı güvene alacaktı. İngiltere’nin ve diğer gelişmiş ülkelerin sanayi devrimi için uygun altyapısı ve doğalında gelişen üretim yaygınlaşması, kapitalist üretim ilişkileri, verimlilik artışı ve mülksüzleşen iş gücü vardı. Fakat Osmanlıda doğal çizgide gelişen bir kapitalizm değil devlet vesilesi ile uygulanmaya çalışılan politikalar vardı.
19.yy boyunca her ne kadar Tanzimat dönemine girilse de ekonomik ve toprak politikaları hala aynı kalmış, serbest ticaret uygulamaları devam ettirilmiştir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidarı ele geçirmesiyle korumacı politikalara geçilmiş, yeni Türk burjuvazisi yapılandırılmaya çalışılmış fakat doğal yolla gelişmeyen sınıf düsturları bu yapılandırmanın da başarısızlığını tescillemiştir.
Toprak devrimi yeni kurulan ve kendini yenileştirme yolunda idame ettirmek isteyen tüm devletler için önemli bir devrimdir. Bu devrimi yapmayan veyahut yapamayan devletler tam bağımsızlık ülküsüne uzanmakta yarım kalırlar. Şükrü Kaya CHP’nin 4. Büyük Kurultayı’nda şöyle söylemiştir: “Diğer memleketler bunu zamanında kabul ettiler. Kabul etmeyenler de büyük zararlara uğradılar ve zorla yaptılar.” Köylüye toprak tahsis etmek bu kadar mühimdir fakat genç cumhuriyet bu devrimi nasıl ve niye gerçekleştirememiştir?

Başta engel olarak feodaller tarafından yapılan isyanlar sebep gösterilebilir. İkinci engel olarak kamulaştırılacak arazinin peşin fiyatı ile alınması etkeni ve hükümetin buna uygun kanun çıkaramaması var. Üçüncü olarak sığ milliyetçilik sonucu güvensizlik ve isyanlardan ağzı yanan hükümetin feodalite ile bastırdığı, aşiretler arası sorunlardan faydalanarak çözüme ulaştırdığı isyanlar var. Bu kozun elden kaybolması da sorun yaratabilir ve olası derebeylikler ve devlet çatışması yeni bir iç savaş riski taşıyabilmektedir.
Çekingen kalan yeni cumhuriyet iki çıkış yolu olduğunun farkındaydı fakat seçim zorlu bir seçimdi. İlki köylüyü reislere, derebeylere, ağalara ve aşirete karşı harekete geçirmek ve bir işçi-köylü doğal devrimi örgütlemekti. İkincisi ise sistematik bir yolla yani hükümetin eliyle toprak reformları yolunda yavaş adımlar atılmasıydı.
Yenileşme ve bir devrimin tamamlanması toprak devriminden geçiyordu. Halk hareketleri yapay olarak yaratılamazdı fakat sorunu gören aydınların köylüyü örgütlemesi imkânsız mıydı, derebeylikten, ağadan, reisten bıkan köylü kazanılamaz mıydı? Riskin alınması gerekliydi. 1923-1938 yılları arasında reform girişimleri olduğu halde sonuç alınmadı. Sonrasında ise İkinci Dünya Savaşı geldi ve yapılamayan devrimin sonuçları ağır oldu. Emperyalizmin kucağına düşüldü.
Her şeye rağmen hükümet eliyle reform birçok kez denendi; İskân Kanunu, Vakıflar Kanunu, 1935 İçişleri Bakanlığı Tasarısı(gerçekleşememiştir) ve sonrasında İkinci Dünya Harbinden sonra denenen reformlar başarıya ulaşamamış toprak ağalarının karşı koyuşları, bazı milletvekillerinin emperyalizme soyunuşu sonucu reformlar ilerlemek yerine gerilemiştir.

1934 İSKÂN KANUNU VE AKIBETİ:
Aslında bu kanun nüfus yapısını düzenlemek ve kültürel birliği tahsis etmek amacıyla çıkarılsa da Feodalizme karşı bir hareket gösterdiği için toprak reformunun bir parçası olarak gösterilmektedir. Aşiret düzenine karşı ciddi hareketlenme gösteren 10. maddedir.
10. maddenin A kısmı: “Kanun, aşirete hükmî şahsiyet tanımaz. Bu hususta, her hangi bir hüküm, vesika ve ilâma müstenit de olsa tanınmış haklar kaldırılmıştır. Aşiret reisliği, beyliği, ağalığı ve şeyhliği ve bunların her hangi bir vesikaya veya görgü ve göreneğe müstenit her türlü teşkilât ve taazzuvları kaldırılmıştır.” Bu kısım ile feodal yapılanmalar dikkate değer merci konumunda sayılmamıştır. B kısmı: “Bu kanunun neşrinden önce her hangi bir hüküm veya vesika ile veya örf ve adetle aşiretlerin şahsiyetlerine veya onlara izafetle Reis, Bey, Ağa ve şeyhlerine ait olarak tanınmış, kayıtlı, kayıtsız, bütün gayrimenkuller Devlete geçer. Bu kanun hükümlerine ve Devletçe tutulan usullere göre bu gayrimenkuller muhacirlere, mültecilere, göçebelere, naklolunanlara, topraksız veya az topraklı yerli çiftçilere dağıtılıp tapuya bağlanır. Bu gayrimenkullerin aidiyeti tapu sicillerindeki kayıtlara göre tesbit olunur. Tapu sicillerinde aidiyete dair bir kayıt yoksa veyahut kayıtlar yalnız şahıslar namına olupta halk arasında bunların aşirete ait olduğu şayi bulunuyor ve aşiret fertleri de bu gayrimenkullerden başkasına sahip bulunmuyorlarsa aidiyet, tahkikat üzerine, o yerin idare heyeti kararıyla hallolunur; idare heyetlerinin valilerce tasdik edilen bu kararı katidir.” Bu kısım sonucunda ise göçmenlerin yerleşimi, aşiret reislerinin, derebeylerin ve ağaların bölge, köy üzerindeki egemenliğini yok etmek amacını görüyoruz.
Devletin otoritesini güçlendirmeyi de amaçlayan bu kanun her ne kadar uygulansa da başarıya ulaşamamasının sebebi dağıtılan toprakların tapularının tahsis edilmemesidir. Bundan dolayı birçok göç ettirilen aile Batı’ya geri döndüler. Doğu yeniden emperyal ve feodal güçlerin elinde mahvolmaya devam etti. Bunun dışında çoğu “sözde” milletin vekilleri Doğu’daki feodal sistemi demokrasi adı altında savunmaya çalışmıştır. Bunun sonucunda kanun gereğini yapamamış toprak reformu yolunda has bir adım olsa da, gereğini yerine getirememiştir.
1935 VAKIFLAR KANUNU:
Vakıflar Kanunu ile dinsel-feodalizm(tarikatçılık, şeyhçilik, müritçilik)’e darbe vurulmuş, ellerindeki topraklar devlet denetimine geçmiştir. Ancak devletin elindeki topraklar varlıklı ailelerce alındığından mütevellit köylü yeniden sahibinin marabası, kiracısı, yarıcısı durumuna düşmüştür. Bu kanun da gereğini yerine getirememiştir.
1935 İÇİŞLERİ BAKANLIĞI TASARISI:
Cumhuriyetin 12. yılına girilse de toprak devrimi meselesi çözüme kavuşamamıştı birçok çözüm önerisi mecliste defalarca tartışılıyor fakat çözüme adım atmada sorunlar yaşanıyordu. Köylünün ekonomik bağımsızlığı sağlanamıyor, bu durum verimlilik kaybının ana sebeplerinden görülüyordu. Ayrıca köylü kıt kanaatin içinde perişan halde hayatını idame etmeye çalışıyordu.
Bu tasarının temel amacı iskân sınırlarını, mühimliğini belirtmesi ve köylüyü hak ettiği toprağa kavuşturmaktı. Bu tasarı devletin kamulaştırma hakkını gizli tutarak “Vakıflar Kanunu” gibi devletin otoritesini arttırıyor ve bahsettiğim ikinci yol olan hükümet eliyle köylüyü topraklandırma amacını güdüyordu.
Bu tasarı, dönemin sosyal ve ekonomik yapısını köklüce değiştirecek maddelere sahip olmasına rağmen, yasalaşmamış ve uygulanmamıştır. Yasalaşmaması yine klasik sebeplerle; aşiret desteğinin kaybedilmesi, yeniden dağıtım sürecinde zorluk yaşanılabileceği, feodal güçlerle karşı karşıya gelme gibi sebeplerden dolayı olmuştur.
ATATÜRK’ÜN ÖLÜMÜ SONRASI GİRİŞİMLER:
Atatürk, toprak devriminin önemini belirtmiştir. 1 Kasım 1936 açılış konuşması: “(…) Her Türk çiftçi ailesinin, geçineceği ve çalışacağı toprağa malik olması, behemahal lazımdır.(…)” Bu konuşmaları yapsa da yaşamında düzgün bir reform veyahut devrim ortaya çıkaramamıştır.
Atatürk’ün vefatından sonra İsmet İnönü liderliğinde “1945: Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu” çıkarılmıştır. Bu kanun kamulaştırma açısından aşırı radikal bir tutum sergiliyordu. Bu kanun gereği kamulaştırılacak mülk, aşırı düşük ücretlerle kanunca: “Arazi vergisine matrah olan değerin kabul edilmesi.” söylemiyle araziyi düşük ücretle kamulaştırılmasını ve sonrasında devletin ödemeyi ise 20 yılda taksitli olarak ödemesi itibariyle radikal bir topraklandırma kanunuydu. Ayrıca arazinin büyüdükçe verilecek miktarın da düşürülmesi toprak ağalarına karşı önemli bir maddeydi.
Birçok milletvekili toprak ağaları yanında konumlanmıştır. Düzenin bozulmaması için böyle kanunların çıkartılmaması gerektiğini tehdit edercesine dikte ettirmeye çalışmışlardır. Bu sorunlar ışığında maalesef çıkarılan bu kanun da büyük bölgelere yayılamamış, sınırlı bir kanun olarak cumhuriyet tarihine geçmiştir.

SÜREÇ ÜZERİNE ELEŞTİRİLER:
Süreçte başlıca eleştirilecek şey orta burjuvazinin Kurtuluş Savaşı sürecine etkisi üzerine devlet içinde rahatça erk elde edip çoğunun milletvekilliğine, bakanlıklara kadar rahatça yükselmesidir(bkz.: Cavit Oral). Ayrıca Rum ve Ermenilerden kalan topraklara el koyup daha da zenginleşerek kapitalizmin bekçilerinden olmuşlar, yerli karakterli orta burjuvaziden de koparak kompradorlaşmışlardır.
Toprak ağalarıyla öncesi yakın ilişkiler geliştiren Kemalist Devrim sonrasında da bu ilişkileri devam ettirmiştir. Retorik ile işçi ve köylüyü gözeten devrim pratikte aynı yönde ilerlememiştir. Daha savaş yıllarında sömürgeci ülkelerle iyi ilişkilere gidilmeye çalışılmıştır. Ayrıca toprak düzeninde feodal düzen yarı-feodal’e kendini bırakmıştır.
Devlet, orta burjuvazi ve toprak ağalarının zenginleşme aracı olarak kullanılmış, tekelleşme yardımcısı, rant kapısı olarak işlev gerçekleştirmiştir. Bilinenin tersine geniş işçi-köylü devriminden çok Kemalist Devrim bir burjuva devrimi olarak kendini göstermiştir. Az gelişmiş olan Türkiye, milli burjuvazisinin elinde yarı-sömürge durumuna geriletilmiştir.
-vâ’veylâ
Kaynakça
Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, Yordam Kitap
Şevket Pamuk, Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914, İletişim Yayınları
Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, Yapı Kredi Yayınları
A. Şnurov, Türkiye Proletaryası, Yar Yayınları