Gerek Smith’in, gerek Marx’ın, gerek Proudhon’un, gerek diğer emek değer teorilerine bakıp
hepsini bir cümleyle ortak bir şekilde tanımlayacak olsaydık şu basit önermeye ulaşırdık: (İktisadi)
değer, üretimde harcanan emeğe bağlıdır. Tabii bu emek değer teorilerinin yüzeysel bir tanımı olurdu
ki bu eleştiri de (başlıkta belirttiğim gibi) yüzeysel ancak etkili bir eleştiri olacaktır. Günümüzde
özellikle sağ liberteryen camiada, Avusturya Ekolü iktisadın ortaya attığı sübjektif değer teorisi
(basitçe açıklamak gerekirse) “değerin sübjektif olduğu, ürünün tüketiciye sağladığı fayda ile
değerinin belirlendiği” fikrinin emek değeri tümüyle reddetmediğini göz önünde bulundurursak
(iktisadi yorumlardan hangisini kabul ederseniz edin emek değer teorisi her zaman işçilerin burjuvaya
sattığı emek için geçerli olmak zorundadır. Yani emeğin kendisinin değeri emek değer teorisine
bağlıdır.) bu yazı emek değer teorisini reddeden ancak ürünlerin değerini piyasanın belirlemesi
gerektiğini düşünen sağ liberteryenlere de belli noktalarda dokunan bir eleştiri olacaktır. Ancak temel
amacım örneğin Proudhon’cular gibi emek değer teorisini savunan ve antikapitalist piyasa modelleri
öneren anarşist düşüncelere karşı bir eleştiri getirmektir. Bunu da kendi alanım olan sanat üzerinden
yapacağım.

Emek Değer Teorisi Sanatın Değerini Belirleyemez:
Çünkü sanata harcanan emek ölçülemez. Bunu en iyi şekilde gerçek sanat eserlerinden örnek
vererek anlatabileceğimizi düşünüyorum. Örneğin iki tane müzik eseri seçelim. Biri ünlü halk müziği
sanatçısı Ali Ekber Çiçek’in Haydar Haydar eseri olsun. Diğeri de Çağdaş Türk Müziğinin en önemli
bestecilerinden Ahmet Adnan Saygun’un Özsoy operası olabilir. Bu iki eseri seçmem rastgele değildir.
Özsoy operasının hikayesini kısaca anlatmak gerekirse; Mustafa Kemal Atatürk’ün yeni cumhuriyetin
müzik reformu kapsamında 1934’te bir Türk Operası bestelenmesi isteği üzerine bestelenmiştir bu
eser. Ancak bu eseri özel kılan en önemli detayı, Mustafa Kemal Atatürk’ün bu eserin bir ay sonra
Türkiye’ye ziyarete gelecek olan İran Şahı Rıza Pehlevi’yi bu eserin prömiyerinde ağırlamak
istemesidir. Yani Saygun’un bu eseri bir ayda bestelemesi gerekir. Bu istek yerine getirilir ve inanılmaz
kısa bir sürede bestelenip provaları yapılan bu eser gerçekten başarılı bir ilk Türk Operası olarak
tarihe geçer. Ali Ekber Çiçek’in Haydar Haydar eserini seçme sebebim ise bu eserin hali hazırda yazılı
olan bir şiir üzerine tek enstrüman için bestelenmiş olmasına rağmen iddialara göre bestesinin
yaklaşık üç yıl sürmüş olmasıdır. Bu iddianın doğruluğu bizi şu anda ilgilendirmiyor o yüzden doğru
varsayalım. Bir yandan bir ayda bir orkestra ve solistler için bestelenmiş üç perdeli bir saatlik bir eser,
öbür yandan da bir bağlama için bestelenmiş canlı çalınırken en fazla yaklaşık on dakika çalınmış bir
eser ve üç senede bestelenmiş.
Peki Ali Ekber Çiçek ve Adnan Saygun eserlerini sanatsever bir zengine satmaya karar verseydi
eserlerin hangisi daha pahalı olurdu? Belki de sanata Avrupa-merkezci bakışımızdan dolayı başta
Adnan Saygun’un bir operayı bir ayda bestelemiş olmasına hayranlık duyup daha çok para ettiğini
düşünebiliriz. Ancak Haydar Haydar eserini az çok bilen bir müzisyen size bu kadar hızlı karar
vermemenizi söyleyecektir. Haydar Haydar eserinin tezene tekniği ve sürekli değişen zaman ölçülerini
bilen biri hele biraz da bağlama icrası hakkında fikir sahibiyse bu eserin bağlama icrası açısından ne
kadar zor olduğunu bilecek ve üç senede bestelenmesini biraz da olsa haklı bulacaktır (bu ayrıca
sübjektif değer teorisi için de küçük bir eleştiridir. Buna daha sonra tekrar değineceğim). Ancak gene
de Özsoy operası da normal şartlarda bestelenmesi birkaç ay hatta birkaç sene sürebilecek bir eser
iken Saygun bu eseri bir ayda besteleyerek adeta bir mucize yaratmıştır. Peki, bu eserlerin değerini
neye göre belirleyeceğiz? Saygun’un bir ayda bestelemesini sağlayan yeteneğini mi ödüllendireceğiz
yoksa Ekber’in harcadığı üç senesinin mi hakkını vereceğiz? Emek değer genelde emeğin ölçümünü süreyle ilişkilendirdiği için bu tartışmayı yapıyoruz
ama bence tüm anlattıklarım ışığında bu iki eserin arasında karar vermemiz sadece bestelenme
sürelerine bakarak mümkün olmayacaktır.

Bu yazının başında Proudhon’culara eleştiri
getireceğimden bahsetsem de bu noktada Proudhon’a başvurmak iyi olacaktır. “Mülkiyet Nedir?”
kitabında Proudhon içinde bulunduğumuz durum için şöyle bahsediyor:
“Bir işçi işi altı saatte, öbürü sekiz saate yapıyor, ama çoğu işçi için yedi saat gerekiyor. Fakat her bir
işçi talep edilen miktarda işi yaptığı sürece, ne kadar zamanda yaparsa yapsın eşit ücrete hakkı vardır.
İşi altı saatte görebilen bir işçi, daha hızlı ve kuvvetli diye daha az becerikli olanın işini elinden alma,
onu işinden aşından mahrum bırakma hakkına sahip midir?”
Bir işçi veriminden dolayı, diğer işçi harcadığı zamandan dolayı eşit ücret hak eder. Bizim için
de bir besteci bir ayda opera bestelediği için diğer besteci üç senesini harcayıp bağlamada icrasının en
zor olduğu eserlerden birini bestelediği için iki eser aynı değere sahip oluyor. Birinin bir ayda opera
besteleyebilmesini sağlayan kabiliyeti ödüllendirilirken diğerinin harcadığı üç senesinin karşılığı
veriliyor.
Burada şöyle bir karşı argüman verilebilir: “Bir ayda eser besteleyebilen birinin geçmişindeki
yoğun çalışmaları ona bu hızı sağlamıştır ve yine harcadığı süre ödüllendirilmelidir. Çünkü sanatçı bir ay
değil bir ayda eser besteleyebilmek için senelerini harcamıştır.” Bu beklendik bir argümandır çünkü
Proudhon da işini sekiz saatte bitiren işçi için “daha az becerikli” lafını kullanmış, sanatta bu sürenin
beceriyle bir alakası yoktur. Çünkü ömrünü müzikle geçirmiş biri de bir eser için 3 sene harcayabilir ve
bu gayet kabul edilebilirdir. Veya dokuz yaşındaki bir deha bir hafta içinde bir “sonatin” besteleyebilir.
Sanatçı çalıştıkça sanat üretimini hızlandırabilir ama sanat üretimi denklem çözmeye benzemez.
Bazen bir fırça darbesi için aylarca bekleyip düşünülebilir bazen koca bir tuval iki günde bitirilebilir.
Bu noktada “Peki emek değer teorisi sanatın değerini belirleyemiyorsa sanatın değerini nasıl
belirleyeceğiz?” sorusunun gelmesi doğal olacaktır. Ama ben bu soruya bir soruyla cevap vermek
istiyorum. Sanatın değeri belirlenebilir mi?

Sanatın Değeri Belirlenemez:
Bu başlığı şöyle açmak isterim en başta: Sanatın Değerini Piyasa Belirleyemez. Emek değer
teorisi ve başka değer teorileri iktisadi değeri belirlemektedir. Sanata böyle bir değer atfetmek çok
zordur. Örneğin önceki kısımda geri döneceğimi söylediğim duruma bakabiliriz. Türkiye’de gözle
görülür şekilde 2. Mahmut itibariyle başlayan ve yeni cumhuriyetin müzik reformuyla beraber tam
anlamıyla gerçekleşmiş bir müzikte Batılılaşma politikası vardır. Bu politikanın sonuçları günümüze
kadar etki etmektedir ve müzikle yakından ilişkili olmayan çoğu insanda içten içe Batı Klasik
Müziği’nin “üstün sanat” olduğuna dair bir anlayış vardır. Bu düşünce dolayısıyla Klasik Türk
Müziği’nin daha “alçak” bir sanat olduğu fikrini doğurur. Evet; belki bir udi, bir yaylı dörtlüsüne
çoksesli eser yazmıyor. Ama o udi senelerini her makamda örneğin “segâh” perdesini tam nasıl
basacağını öğrenerek geçiriyor. Bir besteci orkestralara senfoni bestelerken kullandığı her “do”
perdesi aynı perdeyken, bir udi belki eserden esere “segâh” perdesini insan kulağının sınırlarını
zorlayacak minik farklarla değiştirmeyi öğreniyor. Ancak bahsettiğim Batılılaşma politikaları
dolayısıyla bırakın müzisyen olmayan birini, senelerini müziğe vermiş bir sürü insan bile bir senfoniyi
bir ud semaisinden düşünmeden üstün görmektedir. Bu yüzden sanatta tüketicinin “sübjektif” fikri ile
eserlere değer atfetmek mümkün olmayacaktır.
Emekle değer atfedemedik, sübjektif değer teorisi de olmadı çünkü devletlerin ve başka
durumlarda piyasa tekellerinin kendi çıkarları için halka dayattığı fikirler halkın sübjektif fikirlerini
bulandırdı. Sanata iktisadi bir değer yüklemekte başarısız olduk.
Bu dolayısıyla fikri mülkiyet hakkının varlığına da bir reddiyedir. Sağ liberteryenler gerçek
kapitalist piyasada fikri mülkiyetin var olamayacağında benle hemfikirdir. Ancak kapitalist piyasada fikri mülkiyet diye bir şeyin var olmaması sanatçıların resmen aç kalması anlamına gelecektir. Bu
kapitalizmin en büyük mottosu olan “yeteneği ödüllendirme” ilkesiyle bir çelişki yaratır çünkü
toplumun en yetenekli insanlarından olan sanatçılar eserlerinin mülkiyet hakkına sahip olmazsa
emeklerinin karşılığını alamayacaktır. Hem fikri mülkiyet olanaksız hem de sanatçıların kapitalist
piyasada fikri mülkiyet olmadan hayatta kalması imkânsız. Ne büyük çelişki.
Peki, sanatçı ne yapmalı? “Kapitalin Sanatçıya Zararı Üzerine” adlı yazımda bahsettiğim
noktaya geldik tekrar aslında. Kapitalizm sanatçının gerçekten özgür sanat yapmasını engelliyor.
Piyasada değer sahibi olabilmesi için devletin ve tekellerin dayattığı tarzda üretmesi gerekiyor. Hatta
sanatçı için daha da vahim denebilecek bir şekilde, tıpkı SSCB ’de ve başka otoriter ülkelerde belli
dönemlerde olduğu gibi tamamen devlet denetiminde ve devletin fikirleri üzerine eser üretmek
zorunda kalabiliyor. Sanatçı ne yapmalı sorusunun cevabı yoktur çünkü sanatçı buna karşı hiçbir şey
yapamaz. Piyasa var oldukça, devlet var oldukça sanatçının tamamen özgürce sanat yapma şansı
yoktur. Sanatçının özgürlüğü, kanımca, piyasasız ve devletsiz bir toplumdan; anarşiden gelir.
-Çınar