Küreselleşme, Modernleşme ve Yerel Direnişin
Kesişiminde Türkiye’de Feminist Politikanın Yeniden İnşası

Kadın hakları mücadelesi, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren önemli ölçüde yoğunlaşan, sürekli ve evrilen bir savaş olmuştur. Bu dönem, kapitalizmin yükselişiyle birlikte modern aile yapısının —işçi-baba başta ve anne ev hanımı olarak tanımlanan—ortaya çıkmasıyla önemli bir değişim yaşandı. Bu yeni kapitalist düzende ataerkillik ortadan kaldırılmamış, aksine yeniden yapılandırılarak, kapitalizm öncesi din temelli toplumlarda görülen ataerkil yapılardan farklı bir şekilde evrilmiştir. Bu bağlamda, ataerkillik kendini ekonomik yapılar, siyasi sistemler ve sosyal ve özel yaşamın çeşitli alanlarına gömülü kapitalist ilişkiler yoluyla sürdürmektedir.

Türkiye, feminist politika bağlamında özellikle karmaşık bir örnek sunmaktadır. Bir yandan, ülke, küreselleşme tarafından hızlandırılan önemli bir modernleşme ve Batılılaşma sürecinden geçmiştir. Bu güçler, kadınların sosyal ve profesyonel alanlardaki ilerlemesini destekleyen politikaları ve uygulamaları tanıtmış ve pekiştirmiştir. Öte yandan, modernleşmenin Türkiye’nin derin muhafazakâr ve ataerkil toplumu içinde hızla ilerlemesi, yüzeysel bir ilerleme görünümü yaratırken, kadınların yeterince temsil edilmemesi ve cinsiyet eşitsizliğinin devam etmesi gerçeğini maskelemektedir.

 Bu makalenin amacı, Türkiye’de gerçekten feminist bir siyasi manzara şekillendirmede tabandan gelen hareketlerin, toplulukçuluğun ve kadın muhtarların (köy veya mahalle başkanları) artan katılımının oynadığı hayati rolü vurgulamaktır. Bu yerel ve topluluk odaklı çabalara odaklanarak, devlet öncülüğündeki modernleşme yoluyla yukarıdan dayatılan bir feminist politikanın ötesine geçerek, kadınların tabandan gelen aktif katılımı ve liderliği yoluyla yetiştirilen bir feminist politikanın inşasının önemini vurgulamayı amaçlamaktadır.

 Bu araştırma, Türkiye’de küreselleşme, modernleşme ve derin kültürel muhafazakârlığın kesişiminin, feminist politika için benzersiz zorluklar ve fırsatlar yarattığını anlamada özellikle önemlidir. Makale, bu dinamiklerin kadınların siyasi yaşamda temsilini nasıl etkilediğini ve Türkiye’nin hızla değişen sosyo-politik manzarasında cinsiyet eşitliği için daha geniş sonuçlarını incelemeyi amaçlamaktadır.

Aile ve Eğitim Sistemlerinde Ataerkilliğin Yeniden Üretilmesi:

Ataerkillik sadece miras alınan bir sistem değildir; embriyonun oluştuğu andan itibaren aktif olarak uygulanır ve performe edilir. Bu sistem, hamile kadınlara dayatılan beklentilerde, ‘Baby Shower’ gibi kültürel açıdan yüklü ritüellerde ve en önemlisi, çocukların cinsiyete dayalı olarak farklı muamele görmesinde kendini gösterir. Bu erken uygulamalar, toplumsal cinsiyet rollerinin oluşumunda temel niteliğindedir ve bu roller, cinsiyetçi bir eğitim sistemi tarafından daha da pekiştirilir. Judith Butler’ın ustalıkla belirttiği gibi, “Toplumsal cinsiyet, bir kişinin ne olduğu değil, ne yaptığıdır; bir dizi eylem, bir isimden ziyade bir fiil, bir varoluş değil, bir oluş.” Bu ifade, kadınlıkla—ve dolayısıyla erkeklikle—ilişkilendirilen rollerin doğuştan gelen değil, toplumsal cinsiyetin performatifliğinin doğrudan bir ürünü olduğunu vurgular. Bu nedenle toplumsal cinsiyet, bir sosyal inşadır ve mevcut ataerkil yapı, hem sosyal hem de özel yaşamın her alanında yeniden üretilir.

 Pierre Bourdieu’nün yeniden üretim kavramı, bu toplumsal cinsiyet normlarının ve rollerinin nasıl sürdürüldüğünü anlamada özellikle önemlidir. Bourdieu, toplumsal yapılar ve eşitsizliklerin nesiller boyunca, bireylerin yaşam deneyimleri aracılığıyla edindikleri derinlemesine yerleşmiş alışkanlıklar, beceriler ve eğilimler olarak tanımladığı habitus aracılığıyla yeniden üretildiğini savunur. Ataerkillik bağlamında, aile, toplumsal cinsiyet normlarının habitusunun ilk olarak yerleştirildiği birincil alan olarak işlev görür ve bu da ataerkil değerlerin yeniden üretilmesinde kritik bir faktör haline gelir.

 Kapitalist toplumun temel taşı olan çekirdek aile, belki de bu ataerkilliğin yeniden üretildiği en kritik alandır. Bu ortamda, ataerkil değerler sadece öğretilmekle kalmaz, aynı zamanda günlük olarak bedenlenir ve uygulanır. Baba, genellikle evin reisi olarak konumlandırılır; bu rol, kapitalist düzende işçi olarak konumunu yansıtırken, anne ise genellikle ev içi sorumluluklarla sınırlı kalan itaatkâr bir rol üstlenmesi beklenir. Bu dinamik, toplumsal eşitsizlikleri yansıtan ve pekiştiren bir işbölümünü sürdürür. Toplumda anlamlı bir değişiklik meydana gelmesi için, kapitalist aile yapısının yıkılması ve yeniden inşa edilmesi esastır. Bu dönüşüm için demokratik bir aile yapısının oluşturulması gereklidir.

 Demokratik bir aile, ataerkil normlara meydan okuma ve nihayetinde bunları yıkma yolunda bir model olarak şu özelliklere sahip olmalıdır:

  • Ebeveynlikte Cinsiyet Eşitliği: Demokratik bir ailede, ebeveynlerin çocuklarına davranışlarında cinsiyete dayalı bir ayrım yapılmaz. Hem oğullar hem de kızlar, geleneksel toplumsal cinsiyet rollerinden bağımsız olarak ilgi alanlarını sürdürmeye ve yeteneklerini geliştirmeye teşvik edilir.
  • Sorumlulukta Eşit Standartlar: Ebeveynler, çocuklarına ev içinde ve dışında aynı sorumluluk standartlarını uygular. Bu beklenti eşitliği, geleneksel toplumsal cinsiyet temelli işbölümünü yıkmaya yardımcı olur ve hem erkek hem de kız çocuklarını hayatın her alanında eşit katılım için hazırlar.
  • Eşit Fırsatların Sunulması: Demokratik bir aile, tüm çocuklarına eşit fırsatlar ve duygusal ve maddi kaynaklar sağlar. Bu, hem erkek hem de kız çocuklarının aynı eğitim ve ders dışı fırsatlara erişimini sağlar ve tam potansiyellerini gerçekleştirmelerine olanak tanır.
  • İfade Özgürlüğü ve Karşılıklı Saygı: Böyle bir aile, ifade özgürlüğünün teşvik edildiği ve tüm aile üyeleri arasında karşılıklı saygının uygulandığı bir ortamı destekler. Bu açık diyalog, geleneksel rollerin sorgulanmasına ve eşitlik ve ortak karar alma kültürünün teşvik edilmesine olanak tanır.

 Ancak ataerkilliğin yeniden üretimi sadece aileyle sınırlı değildir; eğitim sistemi de bu ataerkil yapıların nesiller boyunca korunmasında ve sürdürülmesinde kritik bir rol oynar. Okullar, genellikle öğrenme için nötr alanlar olarak görülse de, toplumsal cinsiyet normlarının hem öğretildiği hem de uygulandığı anahtar alanlardır. Gizli müfredattan—davranış ve başarıya yönelik toplumsal cinsiyete dayalı beklentiler gibi—kadınların ve diğer marjinal grupların katkılarının genellikle yeterince temsil edilmediği veya yanlış temsil edildiği açık müfredata kadar, eğitim, mevcut durumu sürdürmede önemli bir rol oynar.

 Eğitim kurumları, aile içinde yerleştirilen aynı toplumsal cinsiyet rollerini sürdürür. Örneğin, kızlar bilim, teknoloji, mühendislik ve matematik (STEM) alanlarında çalışmaktan genellikle örtük olarak caydırılabilirken, erkekler ‘feminen’ olarak algılanan sanat veya sosyal bilimler gibi alanlardan uzaklaştırılabilir. Bu ilgi ve yeteneklerin ayrılması, erkeklerin ve kadınların toplumda farklı rollere uygun olduğu ataerkil düşüncesini pekiştirir ve bu da kapitalist sistemin yararına olan toplumsal cinsiyet iş bölümünü sürdürür.

 Ataerkil yapıları zorlamak ve nihayetinde yıkmak için, hem aile hem de eğitim sistemlerinin bu yapıları yeniden üretme biçimlerini tanımak ve ele almak zorunludur. Demokratik aile yapılarını teşvik ederek ve eğitim uygulamalarını reforme ederek, toplum, derinlemesine yerleşmiş ataerkil normlara meydan okuyan ve daha adil ve eşitlikçi bir geleceğin yolunu açan bir eşitlik kültürü geliştirmeye başlayabilir.

-Türkiye’de Toplumsal Cinsiyet Politikaları-

Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşu Sırasında ve Sonrasında Toplumsal Cinsiyet Politikaları:

1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, ülke tarihindeki önemli bir dönüm noktası olmuş ve ülkeyi modernleştirme ve sekülerleştirme amacını taşıyan köklü reformları beraberinde getirmiştir. Bu dönemde toplumsal cinsiyet politikaları oldukça karmaşıktı; devlet, toplumda kadınların yeniden tanımlanmış rolünü içeren yeni bir kimlik oluşturma çabasındaydı. Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, 1934 yılında kadınlara seçme ve seçilme hakkı gibi çeşitli haklar tanıyan bir dizi yasal reform başlattı. Bu reformlar, Osmanlı geçmişinden koparak Türkiye’yi modern, seküler Batı ile uyumlu hale getirme çabasının bir parçasıydı.

 Ancak, bu reformlar devrim niteliğinde olsa da kapsamları sınırlıydı. Kadınlara tanınan yasal haklar büyük ölçüde sembolik nitelikteydi ve uluslararası topluma ilerici ve modern bir imaj sunmayı amaçlıyordu. Özellikle kırsal bölgelerdeki birçok kadın için bu haklar, sosyal veya politik güçlenme anlamına gelmiyordu. Serpil Sancar’ın belirttiği gibi, erken Cumhuriyet döneminin reformları, büyük ölçüde yukarıdan aşağıya alınan önlemlerdi ve Türk toplumunda derinlemesine kök salmış ataerkil yapıları yeterince ele almıyordu. Devletin toplumsal cinsiyet politikalarına yaklaşımı, daha çok ulus inşasına yönelikti ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğini gerçekten ele alma çabası daha geri planda kaldı.

 Ayrıca, kadınların siyasi katılımı genellikle yüzeysel kaldı ve çok az sayıda kadın gerçekten güç pozisyonlarına seçildi. Kadınların siyasi hayatta temsili sınırlıydı ve büyük ölçüde hala öyle. Bu yüzeysel katılım, bir çeşit göstermelik hareket olarak görülebilir; kadın hakları tanınsa da tam anlamıyla gerçekleştirilmedi. R.W. Connell’ın toplumsal cinsiyet ve güç teorisinde vurguladığı gibi, sadece resmi haklar tanımak yeterli değildir; toplumsal cinsiyet eşitsizliğini sürdüren toplumsal ve politik yapıların daha derin bir şekilde dönüştürülmesi gerekir.

 Bugün Türkiye bu sorunlarla başa çıkmaya devam ediyor. Kadın hakları ve temsilinde bazı ilerlemeler kaydedilmiş olsa da, bu kazanımlar genellikle devam eden zorlukların gölgesinde kalıyor. Örneğin, kadınların siyasete katılımını artırmayı amaçlayan kota gibi önlemler getirilmiş olmasına rağmen, kadınlar Türk siyasi kurumlarında hala ciddi şekilde yetersiz temsil ediliyor. Durum, kadınların siyasi güce erişimini genellikle kısıtlayan muhafazakâr ve ataerkil değerler tarafından daha da karmaşık hale getiriliyor.

 Kadınlar için, kadınlar tarafından bir politika ihtiyacı açıktır. Serpil Sancar ve Mary Ann Sieghart gibi akademisyenler, gerçek toplumsal cinsiyet eşitliğinin, kadınların siyasi gündemi kontrol altına almasını ve kendi çıkarları doğrultusunda savunuculuk yapmasını gerektiren daha derin bir değişimle mümkün olacağını savunuyorlar. Bu, sadece siyasetteki kadın sayısını artırmakla kalmamalı, aynı zamanda kadınların perspektiflerinin de politika yapım süreçlerine gerçek anlamda entegre edilmesini sağlamalıdır. Göstermelik önlemlerden öteye geçerek, kadınların seslerinin sadece duyulmadığı, aynı zamanda ülkenin geleceğini şekillendirmede merkezi bir rol oynadığı bir siyasi ortam yaratmak çok önemlidir.

Uluslararası ve Türkiye İstatistikleri ile Uluslararası Kadın Hakları Konferanslarının Tarihi:

Uluslararası kadın hakları hareketi, Türkiye’deki toplumsal cinsiyet politikalarını şekillendirmede kritik bir rol oynamıştır. 1975-1995 dönemi, Birleşmiş Milletler Kadın On Yılı (1975-1985) ve 1995’te Pekin’de düzenlenen Dördüncü Dünya Kadın Konferansı gibi kilit olaylarla işaretlenmiş ve bu dönemin önemli bir dönemi olmuştur. Bu konferanslar, kadın haklarını ve toplumsal cinsiyet eşitliğini savunmak için küresel bir platform sağlamış, ulusal politikaları etkilemiş ve Türkiye de dahil olmak üzere dünya genelinde yerel feminist hareketlere ilham vermiştir.

 2000-2020 yılları arasında Türkiye, kadın hakları alanında hem ilerleme hem de gerilemeler yaşadı. Bir yandan, Türkiye 2012 yılında İstanbul Sözleşmesi‘ni onayladı; bu, kadına yönelik şiddeti ve aile içi şiddeti önlemeyi ve bunlarla mücadele etmeyi amaçlayan önemli bir anlaşmaydı. Sözleşme, Türkiye’deki kadın hakları savunucuları için büyük bir zafer olarak görüldü ve kadınların şiddetten korunmasında önemli iyileşmelere yol açması bekleniyordu. Ancak, Türk hükümetinin 2021 yılında sözleşmeden çekilmesi, bu çabalara ağır bir darbe vurdu ve geniş çaplı protestolar ve uluslararası kınamalara yol açtı.

 Türkiye’deki kadınların siyasi temsiline ilişkin istatistikler karışık bir tablo ortaya koyuyor. Parlamento’daki kadın sayısı yıllar içinde artmış olsa da, son seçimlerde yaklaşık %17 civarında kalmış, bu da hala eşitlikten oldukça uzakta bir oran. Ayrıca, yerel siyasette kadınların temsili daha da düşük, belediye başkanları ve yerel meclis üyeleri arasında kadınların oranı oldukça düşük seviyelerde. Bu veriler, Türkiye’deki siyasi temsildeki toplumsal cinsiyet farkının devam ettiğini ve kadınların siyasete katılımını teşvik etmek için daha yoğun çabaların gerekli olduğunu göstermektedir.

 Karşılaştırmalı olarak, Türkiye’deki farklı siyasi partilerin kadın hakları lehine attıkları adımlar önemli ölçüde farklılık göstermektedir. Seküler Cumhuriyet Halk Partisi (CHP), genellikle kadın hakları ve toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda daha destekleyici olmuş, siyasi temsilde cinsiyet kotaları gibi politikalar savunmuştur. Buna karşılık, muhafazakâr Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP), başlangıçta kadın hakları konusunda bazı reformları desteklemiş olsa da, son dönemde gelenekçi ve ataerkil değerlere daha yakın durarak, kadın haklarını genellikle aile değerleri ve annelik bağlamında ele almıştır. Bu yaklaşımdaki farklılıklar, Türkiye siyasetindeki toplumsal cinsiyet ve eşitlik konularında daha geniş ideolojik ayrımı yansıtmaktadır.

Erkeklik, Ataerkillik ve İdeal Politikacı İmajı Üzerine Siyaset:

 Türkiye’de erkeklik siyaseti, ülkenin daha geniş ataerkil yapılarıyla derinden iç içe geçmiştir. R.W. Connell’in hegemonik erkeklik üzerine yaptığı çalışmalarında belirttiği gibi, herhangi bir toplumda baskın erkeklik formu, ataerkil düzeni destekleyen ve güçlendiren bir yapıdır. Türkiye’de bu durum, ideal politikacı imajında kendini göstermekte; bu politikacının genellikle güç, kararlılık ve baskınlık gibi geleneksel erkek özelliklerini taşıması beklenmektedir. Bu ideal sadece cinsiyetçi olmakla kalmayıp, aynı zamanda Türkiye’deki siyasi gücün nasıl kullanıldığını ve algılandığını da büyük ölçüde etkilemektedir.

 Pierre Bourdieu’nun sembolik güç kavramı, gücün sadece ekonomik veya siyasi üstünlükle ilgili olmadığını, aynı zamanda semboller üzerinde kontrol kurma ve gerçekliği tanımlama yetisiyle de ilgili olduğunu savunur. Türk siyaseti bağlamında, ideal politikacı imajı ataerkil gücün bir sembolüdür; kadınların dışlanmasını sürdürmekte ve toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümü anlayışını pekiştirmektedir. Bu sembolik güç, siyasi liderlerin medyada nasıl tasvir edildiğinde açıkça görülmektedir; erkek politikacılar genellikle ulusu yönetmeye en uygun otoriter figürler olarak resmedilmektedir.

 Örneğin, çalışma saatleri, mekanlar ve mekanın düzenleyişi genellikle erkeklerin yaşam koşullarına ve alışkanlıklarına göre düzenlenir. Çoğu siyasi partinin lokalinde kadın tuvaleti bile bulunmamakta, bu da kadınların katılımını zorlaştırmaktadır. Bu koşullar altında, “ancak erkek gibi kadınlar da politikada yer alabilir” şeklinde bir yaklaşım öne çıkmakta; gerçek kadınların erkek egemen politikada yer bulması güçleşmektedir.

 Mary Ann Sieghart’ın liderlikte cinsiyet önyargısı üzerine yaptığı analiz, kadınların bu ortamda karşılaştığı zorlukları daha da ortaya koymaktadır. Sieghart, kadın liderlerin erkek meslektaşlarından daha sert yargılandığını, çifte standartlar ve onların otoritesini zayıflatan kalıp yargılarla karşı karşıya kaldığını belirtir. Türkiye’de bu önyargılar ataerkil kültür tarafından daha da güçlenmekte ve kadınların siyasette başarılı olmasını daha da zorlaştırmaktadır. Medya ve siyasi söylem tarafından inşa edilen ideal politikacı neredeyse her zaman erkek olup, liderliğin erkeklere ait bir alan olduğu fikrini pekiştirmektedir.

 Kadınların bir siyasetçi olarak görülme noktasında, cinsiyetlerine vurgu yapılmakta, güzelliklerinden ve kıyafetlerinden söz edilmektedir. Bu tür magazinel noktalar, siyasi başarıların önüne geçmektedir. Örneğin, Tansu Çiller’in bilindik bir tepkiyle karşılaşmamış olmasının en önemli sebeplerinden biri, mitinglerde “ben sizin annenizim, bacınızım” söylemleri ile geleneksel yapıyı kutsallaştırması ve patriyarkayı desteklemesidir. Bu yaklaşım, kadın liderlerin erkek egemen politik sistem içinde yer bulmalarını daha da zorlaştıran sembolik güç dinamiklerini gözler önüne sermektedir.

Türkiye’de Feminist Bir Siyasetin Oluşturulması İçin Öneriler:

 Türkiye’de gerçekten feminist bir siyaset oluşturmak için, siyasi sistemi destekleyen ataerkil yapıları sorgulamak ve yıkmak gereklidir. Bu, sadece kadınların siyasetteki temsilini artırmakla kalmayıp, aynı zamanda daha kapsayıcı ve eşitlikçi bir siyasi kültür oluşturmayı da içerir. Feminist literatürden yararlanarak, birkaç anahtar strateji önerilebilir:

  1. Cinsiyet Kotalarının ve Olumlu Eylemlerin Teşviki: Cinsiyet kotaları, kadınların siyasetteki temsilini artırmada etkili olduğu kanıtlanmıştır. Türkiye’de, hükümetin tüm kademelerinde kotaları genişletmek ve uygulamak, kadınların siyasi kurumlarda daha adil bir şekilde temsil edilmesini sağlayabilir.
  2. Liderlik ve Siyasi Yeterliliğin Yeniden Tanımlanması: Mevcut liderlik anlayışlarını, erkek özelliklerine dayalı olanları sorgulamak önemlidir. Feminist yazarlar, özellikle Mary Ann Sieghart, empati, işbirliği ve duygusal zekanın – genellikle kadınlarla ilişkilendirilen ancak etkili liderlik için hayati olan nitelikler – daha kapsayıcı bir liderlik anlayışı için değerli olduğunu savunmaktadır.
  3. Kadın Politikacıların Olumlu Arketiplerinin Yaratılması: Carl Jung’un arketip kavramından yola çıkarak, hem yetkinliği hem de empatiyi bünyesinde barındıran kadın politikacıların olumlu arketiplerini yaratmak ve teşvik etmek önemlidir. Bu arketipler, gelecek nesillerdeki kadınlar için rol modelleri olarak hizmet edebilir ve kadınların güç pozisyonlarında bulunmasının normalleşmesine yardımcı olabilir.
  4. Tabandan Gelen Güçlü Bir Feminist Hareketin İnşası: Serpil Sancar ve diğer feminist düşünürlerin vurguladığı gibi, değişim tabandan gelmelidir. Türkiye’de güçlü bir taban hareketi oluşturmak, kadın haklarını destekleyen ve değer veren bir siyasi kültür yaratmaya yardımcı olabilir. Bu hareket, aynı zamanda siyasi liderleri hesap vermeye zorlamada ve toplumsal cinsiyet eşitliğini destekleyen politikaları savunmada kritik bir rol oynayabilir.
  5. Ataerkil Normların Eğitim Yoluyla Sorgulanması: Eğitim, Türk toplumunu destekleyen ataerkil normları sorgulamada kilit bir araçtır. Eğitim sistemini toplumsal cinsiyet eşitliğini teşvik edecek ve geleneksel toplumsal cinsiyet rollerini sorgulayacak şekilde reforme ederek, feminist ilkelere bağlı yeni bir lider nesli yaratmak mümkündür.

 Sonuç olarak, Türkiye’de feminist bir siyaset oluşturmak, kadınların katılımına engel olan yapısal engelleri ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğini sürdüren kültürel normları ele alan çok yönlü bir yaklaşım gerektirir. Siyasi temsilde toplumsal cinsiyet eşitliğini teşvik ederek, liderliği yeniden tanımlayarak, olumlu kadın arketipleri yaratarak ve güçlü bir taban hareketi inşa ederek, Türkiye daha adil ve eşitlikçi bir siyasi sisteme doğru adım atabilir.

Türkiye’de Feminist Politikanın Oluşumunda Tabandan Gelen Hareketlerin, Toplulukçuluğun ve Kadın Muhtarların Rolü:

 Bu makalenin sonuna yaklaşırken, cinsiyet politikaları, ataerkillik ve temsili analiz etmenin ve eleştirmenin bizi temel bir sonuca götürdüğünü vurgulamak önemlidir: Türkiye’de feminist politikanın geleceği yerelden başlamalıdır. Bu, tabandan gelen hareketlere, toplulukçuluk ilkelerine ve özellikle muhtar (köy veya mahalle başkanı) rolündeki kadınların güçlendirilmesine sağlam bir bağlılık gerektirir. Sıradan kadınların yaşadığı deneyimlerden ve mücadelelerden doğan bir siyaseti teşvik ederek, Türkiye gerçek cinsiyet eşitliği ve sosyal adalet için yeni bir yol haritası çizebilir.

Feminist Politikada Tabandan Gelen Hareketlerin Önemi:

Tabandan gelen hareketler, feminist politikanın oluşumunda hayati öneme sahiptir çünkü bu hareketler mevcut baskı yapılarına karşı çıkma ve bunları dönüştürme kolektif gücünü temsil eder. Genellikle eşitsizliğin kök nedenlerine yeterince değinmeden çözümler dayatan yukarıdan aşağıya yaklaşımlardan farklı olarak, tabandan gelen hareketler en çok etkilenenler tarafından yönlendirilir. Bu, geliştirilen çözümlerin yalnızca ilgili değil, aynı zamanda sürdürülebilir olmasını sağlar.

 Türkiye’de tabandan gelen feminist hareketlerin zengin bir aktivizm ve direniş geçmişi vardır. Osmanlı döneminin sonlarındaki kadın hakları kampanyalarından, şiddet ve toplumsal cinsiyet eşitliği için yapılan daha yakın tarihli hareketlere kadar, bu hareketler ataerkil normlara karşı mücadelede ve kadın haklarını savunmada ön saflarda yer almıştır. Serpil Sancar ve diğer feminist akademisyenlerin belirttiği gibi, bu hareketler farkındalık yaratmada, kamu tartışmalarını şekillendirmede ve kadın lehine politika değişiklikleri üzerinde etkili olmuştur.

 Türkiye’de tabandan gelen hareketlerin başarısı, aile içi şiddete karşı mücadele, üreme hakları için verilen mücadele ve laikliğin savunulması gibi çeşitli kampanyalarda görülebilir. Bu hareketler, kadınlar bir araya gelip değişim talep ettiklerinde önemli zaferler elde edebileceklerini, büyük bir karşı durmaya rağmen bunu başarabildiklerini göstermiştir. Bu, resmi kurumların değişime karşı direnç gösterebileceği veya feminist gündemleri kendi amaçları için kullanabileceği bir siyasi bağlamda özellikle önemlidir.

 Ekofeminizm, kadınların sömürüsü ile doğanın sömürüsü arasındaki bağlantılara dikkat çekerek tabandan gelen aktivizmin gücüne dair değerli bilgiler sunar. Ekofeministler, ataerkilliği karakterize eden hiyerarşik ve sömürücü ilişkilerin, insanların çevreyi nasıl domine edip degrade ettiğinde de yansıdığını savunurlar. Bu ilişkileri tabandan gelen seviyede sorgulayarak, ekofeministler hem toplumsal cinsiyet ilişkileri hem de çevresel yönetim için daha uyumlu ve eşitlikçi bir yaklaşımı savunurlar. Bu bakış açısı, Türkiye’de çevre bozulması ve kırsal yoksulluk gibi sorunların, marjinal topluluklardaki kadınların yaşadığı mücadelelerle yakından bağlantılı olduğu bir bağlamda özellikle geçerlidir.

Toplulukçuluk ve Kadın Muhtarların Rolü:

Toplulukçuluk, Murray Bookchin gibi düşünürler tarafından ifade edildiği şekilde, tabandan gelen hareketlerin sadece ataerkil yapılarla değil, aynı zamanda bu yapıları sürdüren kapitalist aile ve sosyal ilişkilerle de nasıl organize edilebileceğine dair bir çerçeve sunar. Bookchin’in toplulukçuluk vizyonu, doğrudan demokrasi, merkeziyetçiliğin ortadan kaldırılması ve özerk topluluklar konfederasyonlarının oluşturulmasının önemini vurgular. Bu yaklaşım, kadınları ve diğer marjinal grupları baskılayan hiyerarşileri ortadan kaldırmayı hedeflediği için doğası gereği feministtir.

 Türkiye’de, muhtarların rolü bu bağlamda özellikle önemlidir. Muhtarlar, mahallelerini veya köylerini temsil eden ve seçmenlerinin acil endişelerine cevap veren en yerel yönetim biçimidir. Tarihsel olarak, muhtarlık pozisyonu erkek egemen olmuş ve daha geniş ataerkil normları yansıtmıştır. Ancak, kadın muhtarların artan varlığı yerel yönetimde önemli bir değişimi temsil eder. Kadın muhtarlar, genellikle eğitim, sağlık hizmetleri ve topluluk güvenliği gibi kadınların ve ailelerin refahıyla doğrudan ilgili konuları önceliklendiren benzersiz bir bakış açısı getirirler.

 Yerel yönetimde yer alarak, kadın muhtarlar kadınları özel alana hapseden ve siyasi karar alma süreçlerinden dışlayan geleneksel cinsiyet rollerine karşı çıkabilirler. Ayrıca, daha kapsayıcı ve katılımcı bir yaklaşımı getirerek yerel yönetimin doğasını dönüştürme potansiyeline sahiptirler. İşte burada toplulukçuluk fikirleri ile feminist politikalar kesişir: topluluk seviyesinde organize olarak ve dayanışma ağları oluşturarak, kadınlar daha demokratik, eşitlikçi ve tüm vatandaşların ihtiyaçlarına duyarlı yeni yönetim biçimleri yaratabilirler.

 Bookchin’in kapitalist aile yapısına yönelik eleştirisi de burada geçerlidir. Bookchin, nükleer ailenin sosyal yeniden üretim birimi olarak kapitalizmin karakterize ettiği hiyerarşik ve sömürücü ilişkileri pekiştirdiğini savunur. Buna karşın, aile ve sosyal ilişkilerde toplulukçu bir yaklaşım karşılıklı yardımı, işbirliğini ve paylaşılan sorumlulukları ön planda tutar. Türkiye’de feminist politikalar bağlamında bu, aileyi ataerkil kontrolün bir yeri olarak değil, eşitlikçi ilişkilerin gelişebileceği bir alan olarak yeniden düşünmeyi ifade eder. Kadın muhtarlar, topluluktaki konumları gereği bu aile vizyonunu teşvik edebilir ve topluluk yaşam düzenlerini, kooperatif çocuk bakımını ve geleneksel iş bölümünü sorgulayan diğer girişimleri destekleyen politikaları savunabilirler.

Arkadaşlık, Mahalleler, Eğitim ve Kültürün Feminist Politikadaki Rolü:

 Resmi yönetimin ötesinde, feminist politikanın oluşumu arkadaşlık, mahalleler, eğitim ve kültürel pratikler gibi sosyal yaşamın tüm yönlerini kapsayan daha geniş bir kültürel değişim gerektirir. bell hooks gibi feminist düşünürlerin belirttiği gibi, arkadaşlık ve topluluk oluşturma feminist bilincin gelişimi için esastır. Türkiye’de, sosyal bağların ve mahalle ağlarının günlük yaşamda kritik bir rol oynadığı bir bağlamda, bu ilişkiler dayanışmayı ve kolektif hareketi teşvik etmek için güçlü bir araç olabilir.

 Eğitim de tabandan gelen hareketler ve feminist politikaların kesiştiği kritik bir alandır. Daha önce tartışıldığı gibi, Türkiye’de eğitim sistemi geleneksel olarak ataerkil normları ve cinsiyet rollerini pekiştirmiştir. Ancak, tabandan gelen hareketler bu durumu, toplumsal cinsiyet eşitliğini, eleştirel düşünmeyi ve toplulukçuluk değerlerini teşvik eden müfredatlar savunarak sorgulayabilir. Bu, ders kitaplarının daha çeşitli bakış açıları içerecek şekilde revize edilmesinden, işbirliği ve karşılıklı saygıyı teşvik eden ders dışı etkinliklerin teşvik edilmesine kadar her şeyi içerebilir.

 Kültür de feminist politikanın oluşumunda hayati bir rol oynar. Mary Ann Sieghart ve diğer feminist düşünürlerin belirttiği gibi, kültürel anlatılar genellikle cinsiyet ve güç anlayışımızı şekillendirir. Türkiye’de, kültürel geleneklerin derin kökleri olduğu bir bağlamda, topluluk değerlerini ve dayanışmayı teşvik eden kültürel unsurları korurken, eşitsizliği ve baskıyı sürdüren unsurları sorgulamak önemlidir. Bu, kültürel pratikleri ve sembolleri feminist ilkelerle uyumlu bir şekilde yeniden yorumlamayı ve kadınların gerçekliklerini ve özlemlerini yansıtan yeni kültürel formlar yaratmayı ifade eder.

Kadın Muhtarların Aşağıdan Yukarıya Politikalarda Dönüştürücü Potansiyeli:

Kadın muhtarların Türkiye’deki dönüştürücü potansiyeli abartılamaz. Tabandan gelen liderler olarak, kadın muhtarlar sadece topluluklarının temsilcileri değil, aynı zamanda değişim için katalizörlerdir. Yerel kaynakları harekete geçirme, destek ağları oluşturma ve kadınların ve marjinal grupların özel ihtiyaçlarını ele alan politikaları savunma yeteneğine sahiptirler. Bunu yaparak, daha kapsayıcı, katılımcı ve adil bir siyasi ortam yaratmaya yardımcı olabilirler.

 Ayrıca, kadın muhtarlar topluluklarındaki diğer kadınlar için rol modelleri ve güçlenme sembolleri olarak hizmet edebilirler. Yetki pozisyonlarını doldurarak ve liderlik sergileyerek, kadınların kamusal hayata katılımını engelleyen stereotipleri ve önyargıları sorgularlar. Bu da, daha fazla kadının yerel veya ulusal düzeyde siyasete dahil olmasını ve karar alma süreçlerinde daha büyük bir ses talep etmesini teşvik edebilir.

 Sonuç olarak, Türkiye’de feminist bir politikanın oluşumu, tabandan gelen hareketlere, toplulukçuluğa ve yerel yönetimde kadınların güçlendirilmesine yönelik temel bir değişim gerektirir. Ekofeminizm, toplulukçuluk ve feminist teoriden yararlanarak, bu bölüm kadın muhtarların ve aşağıdan yukarıya politikanın ataerkil yapıları sorgulama ve daha adil ve eşitlikçi bir toplum yaratma açısından kritik rolünü vurgulamıştır. Türkiye ilerledikçe, bu çabaların desteklenmesi ve genişletilmesi hayati önemdedir, böylece feminist politika her seviyede kök salabilir ve gelişebilir.

-Parsa Mirzaeiloor

-Ecem Meriç

Kaynakça:

. Bourdieu, Ayrım, 1979

. Bourdieu, Eril Tahakküm, 1998

. Mary Ann Sieghart, The Authority Gap, 2022

. Judith Butler, Gender Trouble, 1990

. Murray Bookchin’s collection of speeches

. Karen J. Warren, Ecofeminist Philosophy, 2000

. R. W. Connel, Masculinities, 1995

. Raewyn Connel, Gender and Power, 1987

. Serpil Sancar, Siyasetin Cinsiyeti, 2024

. Pierre Bourdieu, Eril Tahakküm, 1998

. Aksu Bora, Kadınların Sınıfı, 2005

. Mıcık, E. G. (2019). Siyasi iletişim ve siyasette kadın imajı.

. Uzman, A. Ç. (2019). Erken Dönem Türkiye Cumhuriyeti Kurumsal İmajının Göstergebilimsel Analizi. Bilge Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 3(1), 9-25.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir